Din Sosyolojisinin Öncüleri Kimlerdir?

Sosyoloji, 20. Yüzyıl başında felsefi görüşlerden kurtularak belirli olayları kendi metotlarıyla inceleyen bir bilim dalı olmaya başlamıştır. Çeşitli toplum olayları arasında din olayları önemli bir yer tutar.

Deneysel bir sosyoloji ortaya çıktığı zaman, din sosyolojisi, sosyolojinin önemli bir bölümü olarak kurulmuştur. Din sosyolojisi, bu anlamıyla pek yenidir. Fakat din üzerindeki araştırmalar çok eskidir. Toplum ve din olayları üzerinde düşünme ve araştırma en az tabiat olayları kadar eskidir. Bunun kaynakları ilk Çağ Yunan felsefesine kadar çıkar. Manevi bilimlerin başlangıcı ilk yunan sofistlerinde görülür.

Fakat onlardan önce tabiat bilimlerinin kurulmaya başladığı sıralarda din hakkında bugününkilere çok yakın düşüncelere rastlanır. Bunlar arasında Kolophan (Colophan)’lı Ksenophanes (Xenophanes) ile Efesli Herakleitus’tan bahsedilebilir. Birincisi çok tanrılı (Polytheiste) dinlerdeki iman konusu, ötekisi ibadet ve din törenlerini bilimsel yönden incelemiş ve eleştirmiştir. Dinler kadar tanrı ve tanrı kullarının çeşit ve karşıtlığı üzerinde durmuş, zamanındaki inanışların gerçek din ve tanrı anlayışına aykırı olduğunu göstererek, felsefi bir sezişle tek tanrıcılığı savunmuştur. Şüphesiz onların tanrıları ve tanrı görüşü daha çok bir teoloji ( İlâhiyat-kelâm) meselesidir. Bu fikirleri savunmak için zamanın dinlerini ve bu dinlerin toplum üzerindeki etkilerini inceleme, genel olarak dinler bilimi, özel olarak da din sosyolojisi bakımından, yararlı olmuştur.

Bunlardan sonra gelen sofistler düşüncelerini fizik ve fizik-ötesi konulardan daha çok, insan ve topluma çevirmişlerdir. Fikir tarihinde pek tanınmış olan «İnsan her şeyin ölçüsüdür.» düsturuna dayanarak bilim, ahIak ve dinin insani kaynaklarını aramışlar, böylece dinlerin çeşitliliğini insan ve toplumların çeşitliliğinde görmüşlerdir. Dinin teorik anlatımı olan mitolojiyi kendi görüşlerine göre yorumlamış ve açıklamışlardır. Sofistlerin görüşleri o zamanki dinlere dayanıyordu. Toplumun din, dinin de toplum üzerinde ki karşılıklı etkilerini incelemeleri kendilerine dinler bilimi ve diri sosyolojisi tarihinde önemli bir yer verdirmiştir.

Eflatun
Eflatun

Din sosyolojisi bakımından en orjinal görüşlere Eflâtun‘da rastlanır. Eflâtun bir çok bilim ve felsefe konularında olduğu gibi bu alanda da öncülük yapmaktadır. Bu bakımdan onu bir din sosyoloğu saymakta bir sakınca yoktur. O din ve toplum olaylarını çeşitli yollardan incelemiş ve birbiriyle sıkı münasebetlerini en ufak ve ince noktalarına kadar göstermiştir. Eflâtunda felsefenin hareket noktası sofistlerin dayandıkları ilkenin tam karşıtıdır.

Sofistler her şeyin ölçüsü insandır (Homo-Mensura) diyordu. Eflatun “Her şeyin ölçüsü Tanrıdır” diyor. Aristo felsefe, ahlak ve siyaset sistemlerini kurduktan sonra bütün bunları din üzerinde temellendirmek istiyordu. Çünkü tasarladığı toplum düzeninin dinsiz yaşayamayacağına inanıyordu. İlk büyük eseri olan Devlet (Politeia) gençlerin eğitiminde dinin yerini belirttikten sonra, zamanın eğitim sistemlerinde uygulanan din öğretimine takışmakta ve yeni bir eğitim ve öğretimin hangi ilkelere dayanması gerektiğini göstermektedir. Fakat yazarın din sosyolojisi bakımından en önemli eseri şüphesiz ki kanunlarıdır. Eflatun bu kitapta günün toplumsal şartlarına uygun bir devlet anayasasının planını çizdikten sonra koyduğu kanunların yalnız maddi yaptırımlarla (müeyyide) tutunamayacağını, asıl manevi yatırımların gerektiğini, bunu da ancak dinin verebileceğini ileri sürüyor.

Üçüncüsü, bir takım yalvarma veya bağışlarla Tanrılarının kazanılamayacağını ve herkesin kendi hareketinden sorumlu tutulacağını ispat etmekti. Eflatun dinde eylem kadar inancın da önemini, bu , eylem ve inancın bir toplumun, var olma ve yaşama şartlarından biri olduğunu belirtiyordu. Bu bakımdan, Eflatan ilk din sosyologu olarak gösterilebilir.

Aristo sosyolojinin ilk öncülleri arasında sayılabilir. Fakat din hakkındaki görüşleri daha çok psikolojik ve metafizik temellere dayanır. Aristodaki Tanrı anlayışının gerek Yunan gerekse Hristiyan ve İslam dinlerindeki tesirleri bilinmektedir. Ortaçağın Müslüman, Yahudi ve Hristiyan Teologları Aristo’dan büyük ölçüde yararlanmışlardır. Fakat din sosyolojisi alanında yazarın genel görüşlerden ileri gittiğini sanmak yersizdir.

Eflatun ve Aristodan sonra bir yandan İskender saldırısı yüzünden Eski Yunan Sitelerinin yıkıldığı, öte yandan yunanlılarla doğu milletlerinin karışmasından yeni bir alemin belirdiği görülüyor. Romalıların doğu ülkelerine saldırmasından Hristiyanlığın yayılmasına kadar süren zamana tarihte Helenistik çağ denir. Bu devir dinler tarihi kadar dinler bilimi yönünden de çok ilgi çekicidir. Zira bu devirde klasik yunan dini, bir yandan kendi içinde beliren felsefi okul ve akımların dinin yerini almak için harcadıkları çabalarla, öte yandan İran, İsrail ve Mısır gibi doğulu dinlerin etkileriyle özelliklerini kaybederek tarihi bir din olmaya başlamıştır. Aydınların felsefeyi kendilerine bir din edinmeleri, tarihi yunan dininin efsaneleri ve toplumun tuttuğu din ve tanıdıkları tanrılara karşı uyanan ilgiler çeşitli ve geniş bir din edebiyatının doğmasına sebep olmuştur. Kutsal efsane, takvim, dini tören, din hukuku, ibadet, sır, bayram, kurban, kâhin, tapınak, tanrı şeceresi ve benzeri konular üzerinde zengin bir din edebiyatı bu devrin özellikleri arasındadır.

Dine ve dinin tanımına karşı gösterilen ilgi yunan dininden başka doğu dinlerine de yöneliyor: Fenike, İsrail, Iran ve Mısır dinleri üzerine bir çok eserler yazılıyor ve bu arada kutsal kitaplar yunancaya çevriliyordu. Böylece ilk çağ dinleri ile onları takip eden Hristiyanlığın doğma ve yayılma şartları hakkında en iyi tarihi bilgiler bu kaynaklarda yer alıyordu. Bu bilgiler başlıca üç kaynaktan gelir: Birinci kaynak Aristonun öğrencisi ve ondan sonra Aristo okulunun başkanı Theophrastos, İkincisi ünlü Coğrafyacı Strabon, Üçüncüsü Tarihçi Plutarkhos‘tur.

Hristiyanlığın ortaya çıkmasıyla ruhlar kuvvetli bir iman ışığı etrafında toplanıyor. Bu iman kendini anlamak ve anlatmak istediği zaman Helenistik devrin Felsefe akımlarından olan Stoacılık ile yeni Eflâtunculuğun yardımına baş vuruyor. Dini inanışı felsefi bir şekilde açıklama ihtiyacından bir Hristiyan teolojisi (Kelâm) doğuyordu. Daha sonra gelen İslamiyet de aynı Yunan kaynaklarından faydalanıyor; Böylece bütün orta çağ boyunca, din bilgisi, aşağı yukarı kelamdan (teolojiden) ibaret kalıyordu.

Dinler biliminin, bütün bilimler gibi yeni çağın akliyeciliği ile başladığında şüphe yoktur. Almanların Aufklârung, Fransızların Siecle de Lumieres adını verdikleri bu rasyonalizm veya Aydınlanma hareketi İngiltere, Fransa ve Almanya’da 17 – 18. yüzyıllarda kuvvetleniyordu. İlk çağda olduğu gibi bir yandan düşünce laikleşiyor, öte yandan din bilgileri, zenginleşiyordu. Bu hareketin bir çok sebepleri vardır. Fakat başlıca sebep çağdaş bilimin doğması ve gelişmesidir. Genel olarak bilim ve bilimsel düşünce bağımsızlık kazanınca her alana uzanır. Din de zorunlu olarak onun araştırma alanından uzak kalamazdı. Fakat henüz çağdaş bilim doğmadan önce haçlı savaşlar Hristiyanlıkla İslamlığı karşı karşıya getirdiği gibi yeni kara parçalarının keşfi de mevcut dinlerden başka dinlerin varlığını öğretmişti. Amerika yerlilerinin dinleri kadar, çeşitli Asya dinleri de inceleme ve karşılaştırma konusu olmuştur. Bu çeşitli dinleri birbirleriyle ve Hristiyanlıkla karşılaştırma, din bilimi denilen genel bir disiplinin başlangıcı olmuştur. Fakat bu bilim çalışmalar zamanın toplumsal gereklerine cevap veren bir felsefe hareketini doğurmuştur ki buna tabii din (Religio Naturalis) anlayışı denir.

Aydınlık devri filozofları, bazı ilk çağ filozoflarının ve özellikle Helenistik çağ filozoflarının görüşüne dayanarak, bütün dinlerde tabii ve müşterek noktalar bulunduğunu, insanda din duygusunun ve Tanrı fikrinin tabii olarak mevcut olduğunu ileri sürmüş ve yalnız bu tabii duygu veya fikrin tahlili üzerine bir din kurmak istemişlerdir. Büyük ölçüde Protestanlıktan ilham alan bu görüş, tarihi dinlerden yalnız bu tabi, duyguya uygun olanı alıyor. Dinin akla uygun olmayan yerlerini sadece bir gelenek olarak kabul ediyordu. Bunlara göre üstün bir Tanrı vardır. Ona inanmak ve ibadet etmek lazımdır. Bu ibadetin esası da fazilet ve tanrı sevgisidir. Her günahın bir nedameti vardır. Nedamet ise vicdan azabına götürür. Bu azap günahı öder. Ölümden sonra iyiliğin ve kötülüğün bir mükafat ve mücazatı olur. Böylece akılla bulabildiğimiz bir takım genel ve tümel gerçekler vardır. Bunlar tabii dinin temelidir. Böylece kendilerine tanrıcı (Deiste) adını veren bu Filozoflar, İlk çağda olduğu gibi, bir türlü felsefi dine gidiyorlardı. Bunun da vardığı sonuç Aug. Comte’un dediği gibi, dinin inkarı oluyordu. Çünkü din gibi tabiat üstü bir Kurumu, tabii bir kurum olarak göstermek, onun mahiyetini inkar etmek demekti. Nitekim 18. Yüzyılın aşırı fertçiliği, ilkin kiliseye karşı yapılan tenkidleri sonra dine çevirmiş ve dinin artık tarihi rolünü oynadığı fikrini ileri süren bir türlü dinsizliğin doğmasına yol açmıştı. Fransız devrimi böyle bir hava içinde gelişmiş ve sadece hakikat denilen hayali bir Tanrıya tapacak kadar ileri gitmiştir.

Yorum yapın