Genel Sosyolojik Analizin Bir Sonucu Olarak Tasavvuf

Sosyoloji Batı Avrupa’da Endüstri Devriminin yol açtığı toplumsal sorunları gidermeye yönelik entelektüel bir çaba olarak doğmuştur.

O dönem düşünürlerinin öncelikli sorusu toplum düzeninin nasıl sağlanabileceğidir. Bu soru zorunlu olarak mevcut durumdan duyulan rahatsızlığı içermektedir. Bu yüzden sosyoloji başından beri ‘eleştirel’ bir bilim olmuştur. Nitekim A. Touraine de sosyolojiyi, ‘kendisi üzerinde’ düşünen, dolayısıyla kendisini eleştirebilen -ve bu sayede dönüştürebilen toplumların bilimi olarak niteleyerek buna işaret etmektedir.

Batı Avrupa endüstrileşmenin yol açtığı buhranı on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinden itibaren ‘sosyal devlet’i geliştirerek aşmış, işçi sınıfının hayat koşullarının düzeltilmesine paralel olarak ‘tüketim toplumu’ şekillenmeye başlamıştır. Önceleri üst sınıf için olan tüketim malları, zamanla bu malların kitlesel üretimini yapacak teknolojilerin moda, reklâmcılık ve pazarlama tekniklerinin devreye girmesiyle orta sınıflara ulaşır duruma gelmiştir. E. Durkheim gibi sosyologlar daha o dönemde toplumun ‘hazcı materyalizm’in ve hızlı endüstrileşmenin getirdiği ahlâksızlığın tehdidi altında olduğunu görmüşler, “kolektif bilinç” adı altında milliyetçiliği de besleyecek çözümler üretmeye çalışmışlardır.

Durkheim’den yaklaşık elli yıl önce K. Marx ve F. Engels de “Burjuvazi “insanı “tabiî üstlerine”  bağlayan çeşitli karmaşık bağları merhametsizce kopardı ve insanla insan arasında çırılçıplak şahsî menfaatten, taş gibi hissiz “peşin para hesabı”ndan başka bir bağ bırakmadı. Dinî vecdi, şövalyeliğe has ruh coşkunluğunu […] bencil hesabîliğin soğuk sularında boğdu. İnsan haysiyetini basit bir mübadele değeri haline getirdi; […] birçok özgürlüğün yerine bir tek amansız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu…. bütün meslekleri kutsal hâlelerinden sıyırdı […] aile ilişkilerinin büründüğü duygusallık tülünü yırttı ve bunları basit parasal ilişkiler derekesine indirdi […] Burjuvazi, üretim âletlerini ve dolayısıyla üretim tarzını ve yine dolayısıyla bütün sosyal ilişkileri durmadan devrimleştirmeden varlığını sürdüremez [… Bu süreçte] bütün gelenekselleşmiş ve kalıplaşmış sosyal ilişkiler, peşlerinde vaktiyle itibar ve saygı gören birtakım inanışlar ve fikirler topluluğu ile birlikte çözülüp dağılır; bunların yerine geçen yeni sosyal ilişkiler ise, daha durup oturmak imkânını bile bulamadan köhneleşir. Sağlam ve devamlı ne varsa bir duman gibi dağılıp gider, kutsal sayılan her şey kutsallığını kaybeder…”3 diyerek gidişatın vahametine işaret etmişlerdi. Bu manzara Batı’da Dünya savaşlarının yıkımı giderildikten sonra netleşmiştir.

Türkiye’de bu süreç 1950’lilerde başlayan sanayileşme, göç ve kentleşme ile başlamıştır. Tek Parti döneminin modernist/sekülarist politikalarının oluşturduğu siyasal ve hukukî zemin üzerinde liberal/kapitalist üretim sistemi yükselmiş ve bu sistemin talepleri doğrultusunda çalışan bilimsel/teknolojik aklın önderliğinde özellikle 1980’li yıllardan itibaren yaygınlaşan kitle iletişim araçları vasıtasıyla “tüketim toplumu” şekillenmeye başlamıştır. Böyle bir toplumda bireylerin ‘sahip olma’ya odaklanmaları, hazcı eğilimlerin baskın hale gelmesi, sırf ‘bu dünya için yaşama’nın kutsanması, kısacası artan “dünyevileşme” sürpriz sayılmamalıdır4. Cumhuriyet döneminde maneviyat özleminin öncü düşünürü Necip Fazıl bir şiirinde “Yıkılan sarayımdan hiçbir nakış kalmadı / Dışa mıhlandı gözler, içe bakış kalmadı” derken bu duruma işaret etmişti.

1990’ların başlarından itibaren ‘küreselleşme’ olarak adlandırılan son evrede tüketim patlaması evrensel boyuta ulaşmıştır. Dünyadaki bu tüketim çılgınlığı birçok düşünürü endişelendirmekte ve mevcut duruma radikal eleştiriler yöneltmelerine neden olmaktadır. BM’de Genel Sekreter yardımcısı olarak da görev yapmış olan İsveç’li A. Wijkmann küreselleşmeyi “yularından kopmuş gidişat” diyerek eleştirmekte, bütün insanlar ortalama bir İsveçli kadar tüketecek olsa üç tane dünyaya daha ihtiyacımız olacağını söylemektedir.

Z.Brzezinski de, Amerikan kültüründe baştan çıkarıcı bolluğun getirdiği zaafların altını çizmiştir5. Gulag Takımadaları’nın yazarı ünlü Rus romancı Solzhenitsyn, “İsteklerimizin sınırsız büyümesine izin verdik, şimdi de onları nereye yönelteceğimiz konusunda kararsızız. Ticari şirketler yardımıyla yeni ve daha yeni istekler oluşturulmakta, bunların bazıları da son derece yapay şeyler olmaktadır; biz de kitle halinde onların peşinden koşmakta, fakat hiçbir tatmin bulamamaktayız. Asla da bulamayacağız… Hayır, tüm umutların bilime, teknolojiye, ekonomik büyümeye bağlanması mümkün değildir. Teknolojik uygarlığın zaferi aynı zamanda içimize bir manevi güvencesizlik tohumu da ekmiştir. Onun armağanları bizi hem zenginleştirmekte hem de kendimize köle etmektedir. Her şey çıkarlarla ilgilidir – çıkarlarımızı ihmal edemeyiz her şey maddesel varlıklar uğrunadır; ama içimizden bir ses de bize, saf, yüce, kırılgan bir şeyi kaybettiğimizi fısıldamaktadır. Amacı göremez olmuş durumdayız”6 diyerek herkesi uyarmakta; “isteklerimizi sınırlama günü gelmiştir ve durum acildir… eğer arzu ve taleplerimizi kesin olarak sınırlamayı öğrenmezsek, çıkarlarımızın manevi ölçütlere boyun eğmesini sağlayamazsak, biz insanlar, yine insan doğasının en kötü yönlerinin sivri dişleri arasında yok olup gideceğiz”7 demektedir.

Solzhenitsyn burada açık bir biçimde tüketim toplumunun insanı köleleştiren tuzaklarına düşmemek için “öz-sınırlama”nın lüzumunu vurgulamakta; maddiyatı biraz geri plana atıp maneviyata yönelmenin önemine işaret etmektedir. Nitekim modern dünyada aşırı maddeci tüketim kültürünün neden olduğu manevi boşluğun yol açtığı ruhî arayışlar, Budizm gibi Uzakdoğu dinlerine ve mistik felsefelere duyulan ilginin yükselişi bununla bağlantılıdır.

Aynı şekilde ülkemizde de artan maddiyatçılığın maneviyat arayışını tetiklediği dikkat çekmektedir. Her arayış bir ihtiyacın, bir özlemin ifadesidir. Yirmi birinci yüzyılda dünyamızın büyük bir buhranın içinde olduğu ve araçsal aklın endüstriyel üretimiyle bu buhranın aşılamayacağı açık biçimde görülmektedir. Bilimin Tanrı’yı kovamadığı, gerçek İlâh’tan uzaklaşıldığında sahte mabutların sahneye çıktığı ve insanlığı felâketlere sürükledikleri bir gerçek. ‘Uzman’ların yönettiği bu dünyada  elektriğin aydınlatamadığı bir dünyaya, ruhun dünyasına ışık tuttukları için ‘aziz’lere de ihtiyaç duyulmaktadır. Nitekim başta Amerika olmak üzere dünyanın birçok yerinde ve ülkemizde tasavvufun sembol isimlerinden Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’ye giderek artan ilgi bu yönelişin bir göstergesi olarak düşünülebilir.

Bir örnek olmak üzere ifade ettiğimiz bu yaklaşımdan anlaşılacağı üzere sosyoloji, mevcut durumun eleştirisi üzerinden genelde ruhî ve mistik yönelimlere, özelde tasavvufa kapı aralayabilmektedir.

Yorum yapın