Tasavvuftan Sosyolojiye Yöneliş ya da Tasavvufî Sosyoloji

Bilindiği üzere, İslâmiyet’in ilk asrında hızla gelişen fetihler ve elde edilen zenginliğin yol açtığı dünyevileşme karşısında Hazret-i Peygamber dönemindeki züht ve takvayı yaşatmayı gaye edinen zahitlerin münferit çabalarıyla başlayan, daha sonra tarikatlar biçiminde kurumsallaşarak günümüze kadar gelen tasavvuf etrafında bin iki yüz yıllık tarihî süreçte birikmiş devasa bir literatür mevcuttur.

İçinde ariflerin hayatlarını ve menkıbelerini aktaran, büyük mutasavvıfların öğretilerini anlatan veya tarikatların usûl ve âdabını öğreten binlerce eserin yer aldığı bu büyük kütüphaneye özü itibarıyla bakıldığında tasavvufun İslâm maneviyatını korumaya ve yaşatmaya yönelik bir çaba olduğu görülmektedir.

sosyoloji nedir
sosyoloji nedir

İslâmiyet’in öncelikle kelime-i tevhidin kalben tasdik ile başlayan derunî bir yöneliş, sonra Kur’an ve Sünnet’te bildirilen iman, ahlâk ve amel esaslarına tâbi olmakla tamamlanan bir din olduğu açıktır. Başka bir ifadeyle İslâm dini sahih iman, güzel ahlâk ve sâlih amel üçlüsüyle tanımlanabilir. Bu çerçevede aslî formuyla tasavvufun da imanı derinleştirmeye, ahlâkı güzelleştirmeye, niyetleri yüceltmeye ve bunların neticesinde sâlih amelleri kolayca yapabilmeyi hedefleyen manevî bir yolculuk olduğu görülmektedir. Burada iman, ahlâk ve niyetin asıl ve ‘kalbe’ ait hususiyetler, doğru ya da yanlış amellerin bunlara bağlı olarak ortaya çıkan sonuçlar olduğunun da altını çizmeliyiz.

Bizim şahsen bütün okuma ve incelemelerimizden çıkardığımız sonuç, İslâmiyet’in ‘kalbe’ dair bir hal olduğudur. Allah katında en makbul olan ameller de kalbin amelleri olan iman, ahlâk ve niyettir. Kalbin amellerinin özelliği de ‘sürekli olmaları’dır. Örneğin bir kişinin “şimdi bir saat imansız olayım, sonra tekrar imana döneyim” demesi düşünülemez ya da ahlâkî bir nitelik olarak cömert olan bir kişi ‘şimdi yarım saat cimri olayım, sonra tekrar cömert olurum’ diyemez. Dahası, kalbin işleri olan iman ve ahlâkın birbirinden ayrılamayacağı, aynı kalbin Halik’a bakan yönünde imanın, mahlûka bakan yönünde ahlâkın olduğu da söylenebilir.

Kalbin bir diğer ameli olan ‘niyet’ de -modern Batı’nın, hayatı dünyevî ve dinî kompartımanlara bölen tasavvurunun aksine İslâm’ın din ile dünyayı birleştiren, hayatı bir bütün olarak kucaklayan mahiyetiyle alâkalıdır. Örneğin uyku gibi sırf dünyevî olan bir fizyolojik faaliyet, niyet yüceltilerek dinîleşmekte -Hadis’te bildirildiği üzere “âlimin uykusu bile ibadettir” ya da doğrudan dinî bir amel olan namaz -riya denilen bozuk niyetle dinî görünümlü dünyevî bir işe dönüşebilmektedir.

Kısaca tasavvufu, ‘kalp üzerinde çalışmak’ olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bu “irfan” yolculuğu ile insan maddeden manâya, kesretten vahdete, fanî olandan bakî olana yönelmekte, kâmil insan, salih mü’min olabilmektedir.

Literatürdeki kavramsal tartışmalara girmeyerek bu yolculuğa çıkan kişilere “sûfî”, bu yolculukta ilerleyerek öğretisini yapabilecek düzeye gelmiş olanlara “mutasavvıf” diyelim. İslâm medeniyetinde bu manevi yolculuğa çıkmış sayısız sufînin ve binlerce seçkin mutasavvıfın olduğunu ilgili literatürden ve tarih kitaplarından öğreniyoruz. Bunlar arasında “Huccetü’l-İslâm” namıyla anılan Ebu Hamid Gazalî, aklı kullanmada ve ilimde mümtaz bir yere gelip eserleriyle bunu ispatladıktan sonra tasavvufa yönelmiş bir kişi olarak özellikle dikkat çekmektedir. Ona göre akılla elde edilen ve sonu olan ‘kesbî bilgi’den farklı olarak, tasavvuf yolculuğunun ileri safhasında gözdeki perde kalkmakta ve kesbî bilgiye kıyasla sonsuz denilebilecek ‘vehbî bilgi’ye ulaşılmaktadır.

Burada konumuz açısından önemli ilk soru böyle bir manevî yükselişi başarmış bir kişi, yani mutasavvıf, vahdetten kesrete dönerek toplumsal gerçekliğe bakar mı? Bu soruya Muhyiddin-i Arabî ve Celâleddin-i Rumî gibi mutasavvıfların ‘irşat’ amacıyla kaleme aldıkları eserlerden yola çıkarak evet cevabını verebiliriz. İkinci ve daha kritik soru yaşadığımız dünyanın koşulları altında böyle kişilerin yetişmesi ne ölçüde mümkündür? Üçüncü ve en zor soru bu kişiler kendilerine açılan pencereden topluma bakma işini sosyologca yapabilirler mi?

Başka bir ifadeyle, sosyolojiye nüfuz ederek sosyolojik perspektifle bakabilirler, ulaştıkları bilgiyi sosyoloji topluluğunu ikna edebilecek düzeyde olgusal verilerle destekleyerek sunabilirler ve sosyolojinin seküler diliyle ifade edebilirler mi? Bu sorulara ‘olabilir’ cevabının verilmesi, “tasavvuf sosyolojisi”nin ötesinde “tasavvufî sosyoloji”ye kapı aralayacaktır.

Yorum yapın