Alman Sosyoloji edebiyatında Cemaata Gemeinschaft, Menfaat Birliğine Gesellschaft ve Egemenliğe ise Herschaft derler. Bu bölümlemede en çok üzerine durulan konu Egemenliktir.
Cemaati tanımlarken bunun egemenlik unsuru taşımayan bir topluluk olduğunu belirtmiştik. Gerçi Cemaatte da fertler arasında ayrımlaşmalar olduğu, bazı kimselerin ötekilerden daha güçlü ve yetenekli oldukları görülür. Fakat hunlar cemaatin şuuruna bağlı kalırlar.
Egemenlikte ise egemen grubun ana gruptan ayrılması ve ona cephe alması sistemin gereklerindendir. Yöneticiler kendilerini yönettikleri yığından değil, ondan farklı ve üstün görmektedirler.
Buna karşılık yönetilenler de kendilerinin bir avuç insan tarafından yönetildiklerinin farkındadırlar. Kısacası Egemen grup cemaatin biz şuurunu parçalamakta ve parçalanan iki grup arasında sert bir gerginlik yer almaktadır. Egemenlik olayı, gerçekte bir grubun yönetici olarak buyruklarda bulunması ve öteki grubun da bu buyruklara boyun eğmesi şeklinde kendini gösterir. Bu boyun eğdirme zenginlikten, sihirli bir güçten, fizik ve fikir üstünlüğünden, bağlılık, saygı, korku veya mantıktan ileri gelebilir. Bu sıfatların tümü. veya· bir kısmı yahut bir tanesinin grupta itaati ağlaması, egemenlik olayının ortaya çıkması için yeter bir niteliktir.
Devrin ünlü bir hukukçusu olan Leon Duguit, eğemenliği, yönetenle de yönetilenler arasındaki bir ayrımlaşma olarak tanımladıktan sonra bunu yöneten grubun yönetilenler üzerinde sözünü geçirmesi olayına bağlamaktadır. Bu yazara göre egemenlik fiili bir durum olup ancak uygulama tarzına göre meşru veya gayri meşru olabilir.
İslamiyet Tanrıya, Tanrı Resulüne ve buyurma yetkisi olanlara itaati emreder. Bu görüş egemenliğin İslamiyeti korumadaki öneminden ileri gelir. İslamdaki bu itaat sınırlıdır. İyi şeylerde itaat şar t olduğu halde kötü şeylerin yapılmasında bir yükümlülük yoktur. Burada Duguit görüşü ile İslamın görüşü birleşiyor; biricik fark İslamın maruf dediğine Duguit meşru demektedir. M. Web er egemenlikteki buyurma ve boyun eğme olayını, uygulamadaki meşruluğa bağlamaktadır. Bu ebeple egemenliği uygulayanların seçimle işbaşına gelmeleri bir meşrulaştırma hamlesidir.
İslamiyette hilafet icma’a dayanır ve meşruluğunu iki kaynaktan alır: Biri İslamın ileri gelenleri tarafından adayın seçilmesi; ötekisi bu seçimden sonra yönetilen grubun hu seçimi onaylaması (biat) dır. Kitap ve hadis hükümlerine göre uygulamaların da göz önünde tutulması gerekir. Zira Tanrıya ve Tanrısal kurallara uymayan yöneticilere itaat vecibesi yoktur .
Max Weber, Egemenliğin üç ülküsel tipinden söz açar: Geleneksel, karizmatik ve meşru egemenlik.
Geleneksel Egemenlik (Souverainete Hereditaire), ötedenberi uygulana gelen ve yönetenlerle yönetilenler arasında eskiden beri gerçekleşen bir ayrımlaşmadan ileri gelir. Böyle bir yapıda yer alan hükümdar, yazılı hukuk ve şekli kurallara göre değil, gelenek, örf ve adetlere göre görevini yerine getirir.
Yönetilenler yöneticilerin gelenek ve örflere uygun olarak verdikleri karar ve buyrukları yerine getirirler. Bu türlü yönetimde ayaklanmalar, egemenlik sistemine değil, doğrudan doğruya gizli veya kapalı olarak anlaşmayı bozmuş olan hükümdara karşıdır. Bu tip egemenlikte kişisel unsurlar vardır. Eski bir çiftlik ağasının rençber ve köylüler üzerinde söz geçirmesi, bir aşiret şeyhinin kendine bağlı olanlara karşı takındığı durum geleneksel egemenlik sisteminin tipik örnekleridir. Burada egemenliği kullanan kişi veya zümrenin yardımcısı olan kurmay heyet hükümdarın isteğine göre seçilir.
Karizmatik Egemenlik (Souverainete Charismatique), bamhaşka bir tiptir. Karizma (Charisme veya Charisma) lütuf, inayet ve kerem anlamındadır. Max Weher bu terimi yönetilenlerin bazı yöneticilerde var andığı olağanüstü veya tabiatüstü nitelik ve özellikler için kullanır.
Halk bu üstün varlıklara ve başarılarına inanarak onların yönetimini tanır ve kabul eder. Bunun en güzel örneği bir din önderinin veya peygamberin inananları ve hazan bütün bir toplum veya milleti arkasında toplaması ve sürüklemesidir. Burada hükümdar, önder, halife veya peygamberin gerçekten bu özelliklere sahip olması art değildir; ona bağlı olan grup üyelerinin hu olağanüstü özelliklere inanması ve onlara itaat göstermesi kafidir.
Hz. Muhammedin müminler üzerindeki etkisi, Napolyonun zaferden zafere koşturduğu Fransız ulusu üzerindeki nüfuzu; Fatih , Yavuz ve Kanunı’nin milletleri üzerindeki geleneksel ” karizmatik etkileri; Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ve onu takip eden zamanlardaki olağanüstü prestiji böyle bir egemenliğin güzel örnekleridir.
Meşru Egemenlik. (Soµverainete legitime) te egemenliği elinde tutanlar kadar bunların buyruklarına boyun eğenler de kanunlara ve şekli kurallara uymakladırlar. Bu yönden hu gibi yönetimlere hukuk devleti ve uygulanan egemenliğe de hukuk egemenliği (Sovcraincte du Droit) adı verilir.
Burada yardımcı Kurmay Heyeti hükümdarın veya baştakilerin keyfine göre değil, objektif hukuk kurallarına göre seçilmiştir. Kurmaylar mertebeler düzenine göre görevlendirilirler. Bu tip egemenliğe Eski Kültür toplumlarında, modern Devletlerde, Belediye ve büyük işletmelerde ve büyük kamusal kurumlarda rastlanmaktadır. Bu ülküsel egemenlik tipleri yanında bir sürü karmaşık tipler de vardır.
Şimdi sıra egemenliğin toplum tarihinde tuttuğu yeri belirtmeye gelmiştir. Gözlemi, insanlık tarihinin derinliklerinde olduğu kadar Amerika, Avusturalya, Afrika ve benzeri yerlerde yaşamakta olan ilkel toplumlarda da yapmak mümkün ve yararlıdır. Bu türlü bir araştırma egemenliği olmayan bir toplumun nasıl bir egemenlik yapısına geçtiğini gösterir. Bu konuda Franz Op penhei mer‘ın teorisini açıklamakla yetineceğiz. Bu teoriye göre başlangıçta ayrı yaşayan iki topluluk gerçek alanda karşılaşıyor, savaşıyor ve sonunda bunlardan biri ötekine bağlanıyor.
Ortaya çıkan yapıda bir grup ötekisi üzerinde üstün bir tabaka meydana getiriyor. Bunun tipik örneği şudur: Bir yanda henüz sapan medeniyetine varmamış olan ve toprağı çapa ile işleyen yerleşik bir topluluk; öte yanda avcılık veya hayvancılıkla uğraşan yan veya tam göçebe çobanlar vardır. Mesela verimli ırmak kıyılarında yaşayan rençberlerle hu kıyıyı çevreleyen dağlarda barınan gezegen çobanlar veya vahalarda yerleşmiş ekincilerle burayı çevreleyen çöl ve bozkırlarda hayvan besleyen göçebeler bulunabilir. İşte hu ikilik, tipik dört aşama gösteren egemenlik gelişmesinin çıkış noktasıdır. Bu işin ·önemli yönü egemenlik aşamalarının teorik tarafı değil, canlı örneklere dayanan gelişmeleridir.
Egemenlik sürecinde her yer ve her zamanda dört ayrı aşama göze çarpar:
a-Birinci Aşamada toprağı işleyen kimseler ürünlerini toplamak üzere bir kara parçasına yerleşirler. Burada dağınık ve savunma güç ve yeteneğinden yoksun bir toplum hayatı yaşarlar. Bu ürünler onları ele geçirmek için pusuda yatan göçebeleri harekete getirir. Aslında hu göçebe çobanlar birincilerden çok daha çevik ve savaşçıdırlar. Tam ürünlerin alınacağı bir sırada göçebeler verimli topraklara saldırırlar. Bu olay bir egemenlik değil, birçok kez tekrarlanan bir yağmadır. Bununla beraber bu durum, egemenliğin çekirdeği sayılır. Oppenheimer’e göre buğday ve yiyecek tedariki için iki yol vardır: Bunlardan biri ekonomik yol yani emek sarfiyle bunu elde etmek; ikincisi siyasi yol yani düzenli olarak bu ürünleri sahiplerinden zorla almak ve yağma etmektir. Bu ise siyasi ve askeri üstünlük sayesinde başkalarının ekonomik iş ve emeğini sömürmek demektir.
b-İkinci Aşama, hemen birinciye bitişiktir. Göçebelerin her yıl gelip ürünleri yağma etmeleri elverişsiz olduğu kadar , yağma ve savaşlar halka ve her iki tarafa ağır kayıplar verdirmetedir. Askeri üstünlük ve komşuluk kaçınılmaz bir gerçek olduğuna göre hu işleri bazı kurallara bağlamak yararlıdır.
Bir anlaşma ile birinciler her yıl ürünlerinin belirli bir kısmını ikincilere verecek; buna karşılık ikinciler zor kullanmaktan vaz geçeceklerdir. Bu türlü bir anlaşma her iki taraf için yararlı olacak ve yarattığı karşılıklı bağıntılardan dolayı devamlı bir düzen kurulacaktır. Oppenheimer hu aşamaya Bal Toplama Safhası diyor. Bilindiği gibi arıcı, petekler dolunca balın belirli bir kısmını alır; huna karşılık kovana dikkat edip onu korur. Bunun gibi egemen grup aldığı cizye karşılığı cizye veren grubu başkalarına karşı korur. Öte yandan göçebeler alacaklarını sağlama bağlamak için yerli halkın ekonomik gelişmesine yardım eder ve onlara göz koyan yabancı yağmacılara karşı onları korurlar.
c-Üçüncü aşamada, cizye verenleri dış düşmanlara karşı koruma, cizyeleri toplama ve bütün hunları denetleme gereği, göçebeleri gezicilikten yerleşikliğe götürmüş ve hunlar kendilerine bağlı olanların yakınında ve aralarında oturmak zorunda kalmışlardır. Böylece başlangıçta aynı yaşayan iki grup üçüncü aşamada bir araya gelmiş bulunmaktadır.
Egemen grup yönettikleri grubun kolayca kontrolünü sağlayacak çadır veya şatolarını tepelere kurar veya yaparlar. Bu iki grup bir egeme birliğe çok yaklaşmış olmakla beraber toplum yapısı cemaatte olduğu kadar tek düzen ve tek parça değildir.
Tersine, bu yapı aralarında keskin ve etkin gerginlik olan iki ayrı gruptan kurulmuştur, Bunlardan biri toprağı işlemekte ötekisi ise gerek cizye aldığı grup yararına ve gerekse kendi çıkarları için, saldırganlara karşı savaş açmakta ve huna karşılık savunduğu grubun emeğiyle geçinmektedir.
d-Dördüncü Aşamada iki grup kesin olarak kaynaşmıştır. Bu kaynaşma sonunda homojen bir birlik yerine, buyuranlarla bu buyruklara boyun eğenlerden ibaret iki tabakalı bir egemenlik birliği meydana gelmiştir. Bu suretle iki grup üyeleri arasındaki evlenmeler, önemli bazı ara tabakaları ortaya çıkarmış ve her iki tabaka arasında aracılık yapacak aileler doğmuştur. Bu yapı antropolojik yönden de gelişerek millet adı verilen bir toplum türünün doğmasına yol açmıştır.
Böylece dört aşamadan meydana gelen süreç sona ermiş bulunmaktadır. Kısacası dört aşamanın sonucu egemen bir birliğin ortaya çıkmasıdır. Bu süreç yalnız ilkel toplumlarda değil, aynı zamanda ileri medeniyetlerin başlangıç ve temelinde görülmektedir.
Her rastlanan egemen birliğin yukarıda açıkladığımız yollardan geçerek meydana geldiğini savunmak bilimsel gerçeklere uymaz. Egemen birlik, egzojen yanı dış bir baskı altında ayrı ayrı iki grubun birleşmesinden doğduğu gibi, endojen yani içten gelen etkenlerle de gerçekleşebilir. Aslında homojen olan bir grup iç ayrımlaşma (Differ nriation interne ou endogene) yoluyla egemen bir birlik meydana getirebilir. Genel olarak böyle bir farklılaşma özel mülkiyetten ileri gelir. Özel mülkiyetin doğmasıyla bir zenginlik ayrımlaşması (farklılaşması) başlar. Daha zengin kimseler toplumda daha fazla yetkili ve güçlü bir hale gelirler. Zenginler grubun savunma görevini bunların sırtına yükler. Geçim sıkıntısı bilmeyen bu kimselerin varlıkları ve hoş zamanları onların büyük, para ve zamana muhtaç olan, silahlanmalarını mümkün kılıyordu. Bir yandan kendilerini öte yandan muhafızlarını silahlandıran bu kimseler egzojen egemenlikteki süreci aynen taklit ederek bütün grubun korunmasını Üzerlerine alıyor ve huna karşılık egemenlik hakkını gruptan istiyorlardı. İşte Derebeylik denilen şeklin kök ve başlangıcını burada aramak gerekir.
Egemenlik Cemaatin homojenliğini yıkarak toplum tabakaları arasın· da bir eşitsizlik yaratmakta ve hazan zorlamalara başvurulmaktadır. Bununla beraber egemenlik geniş insan topluluklarını yaratan ve bir arada tutan biricik yoldur. Egemenlik olmasaydı bir İskender imparatorluğu, bir Roma İmparatorluğu ve bir Osmanlı imparatorluğu olmayacaktı.
Yine egemenlik olmasaydı tarihte örneğini gördüğümüz geniş ülkelere yayılan bir İslam topluluğu, bir İsrail toplumu, bir Yunan medeniyeti olmayacaktı. Cemaatler her vakit küçük gruplardır ve öyle kalmaya mahkumdurlar. Bunlar bir kabile büyüklüğüne gelince kendiliklerinden bölünür ve çözülürler.’ Cemaat en arı şekliyle herkesin birbirini tanıdığı ve toplumsal çevrenin kolayca kavrandığı bir zamanda gerçekleşir. Bunun anlamı ise cemaatin küçük birlikler olması demektir.
İlkel kültürler küçük gruplarla yetinebilir, Fakat yüksek kültürlerin daha geniş yüzeyli taşıyıcılara ihtiyacı vardır. Eski Çin, Hitit, Yunan medeniyetleri bunun göze çarpan örnekleridir.