Sosyolojik Hayal Gücü

Bir yazar, sosyolojinin bize içinde yaşadığımız  topluma “uzaylı yaratıklar gibi bakma becerisi kazandırdığını” söyler.

Bir başka yazara göre ise sosyoloji, herkesin genelde işine burnunu sokan sinir bozucu bir yabancı gibi davranır. Sosyoloji sorular sorarak rahat ve sesiz hayat tarzını bozar; belli şeyleri bulmacaya dönüştürür ve bildik olanı bilmedikleştirir.

Kipling’in öyküsündeki kırkayak gibi, öz bilinç kazandığında insan adım atamaz hale gelebilir veya bazıları kendilerini aşağılanmış hissedebilir. O güne kadar bildikleri ve gurur duydukları değerden düşer. İnsan şoka uğrayıp, hoşnutsuz olabilir.

İnsanlar, temel varoluş kaygılarını aşabilmek için,  büyülü, gizemli ya da fantastik dünyalar yaratırlar. Bu hayali dünyalar/değerler, bir çok insan için birer sığınak olur. Oysa sosyoloji, hayatın büyüsünü bozan bir bilim olmuştur.

Bourdieu’ya göre sosyoloji, sadece toplumu değil, kendisini  de sürekli olarak sorgular. Sosyoloji yapmanın özel güçlüğü, sıklıkla insanların bulacakları şeyden korkmalarıdır. Sosyoloji, hiç durmadan, kendisini uygulayan kimseyi, katı gerçeklerle yüz yüze getirir.

Ancak bazı rahatsız edici taraflarına rağmen sosyoloji bir perspektif, dünyaya bakış açısı sunar. Sosyolojik perspektif aynı olmayan dünyalar arasında pencereler açar. İçinde yaşadığımız dünyayı geniş bir sosyal bağlamda görmeyi sağlar. Sosyolojik perspektifin temelinde insanların toplum tarafından nasıl etkilendikleri vardır.

Toplumsal dışlanmışlar arasında sosyolojik bakış açısı daha yaygındır. Almanya’da yaşayan bir Türk, İngiltere’de yaşayan bir Pakistanlı’nın deneyimlerinde, ırk faktörünün etkisini öğrenmeleri uzun sürmez. Bu durum kadınlar, gayler, lezbiyenler, özürlüler, evsizler ve yaşlılar için de söz konusudur.

Özellikle büyük toplumsal krizler insanların dengesini bozar ve sosyolojik bakış açısını uyarır. Nitekim daha sonraki bölümde görüleceği şekilde, sosyolojinin bir bilim olarak ortaya çıkışı, böyle bir dönemde olmuştur.

Birey ve toplum arasındaki karşılıklı bağımlılık, sosyolojinin ana odak noktasını oluşturur. Onun anlaşılması, geniş bir toplumsal bağlamda kendimizi anlamayı yani sosyolojik bir hayal gücünü (sociological imagination) gerektirir. Sosyolojik hayal gücü ile içinde yaşadığımız toplum ve kendimiz arasındaki ilişkiyi daha iyi görebiliriz. Mills’in belirttiği şekilde, “tarih” ile “biyografi” arasındaki ilişkiyi daha iyi kavrayabiliriz. Bizler bir açıdan toplumun ve içinde yaşadığımız tarihsel süreçlerin ürünleriyiz. Fakat aynı zamanda tarihi yapan insanlarız.

Davranışlarımızla toplumu değiştirir, onun üretimine katkıda bulunuruz.19 Bu ayrım sosyolojik açıdan çok önemlidir. Çünkü bu bizim genel olanda özel olanı görmemizi sağlar.

Mills’e göre , toplumu ve bireyi birlikte ele almadıkça, ne bireyin hayatını ne de toplum tarihini tam olarak kavrayabiliriz. İnsanlar karşılaştıkları sorunları, güçlükleri, felaketleri, tarihsel değişmeler ya da kurumsal ilişkiler ve çatışmalar açısından düşünüp değerlendirmemektedirler. İnsanlar, mutluluk ve refah içinde yaşadıklarında, bunun toplumun o günkü durumu sayesinde olduğunu fark etmemektedirler.

Sosyolojik hayal gücü, tarihsel dönemlere ve bu dönemlerin olgularına, çok sayıdaki insanın meslekleri ve iç yaşamları açısından bakabilme yeteneğini kazanır. Bireylerin kişisel huzursuzlukları, bazı toplumsal sorunlara bağlı olabilir. İnsanın kendi hayatının anlamını kavrayabilmesi ve kendi geleceğini görebilmesi için, içinde yaşadığı tarih döneminin ve diğer insanların bilincinde olması gerekir. Örneğin 100 bin nüfuslu bir kentte, adamın biri işsizse ve başka hiçbir istihdam dışı nüfus yoksa, bu kişisel bir sorundur. Çözümü için söz konusu adamın karakteri, becerileri, yararlanabileceği mevcut olanaklar üzerinde durmak gerekir. Fakat çalışabilir nüfusu 50 milyonu bulan bir ülkede, nüfusun 15 milyonu istihdam dışında kalmışsa (yani işsizse), bu bir toplumsal sorundur ve çözümü için, tek tek bireylerin imkanları, becerileri ve karakteri üzerinde durmamız yetmez. Çünkü toplumsal yapı çöktüğü için bireyler, iş bulamaz (ya da göremez) hale gelmişlerdir.

Mills’in verdiği bir başka örnek ise evlilik sorunu ile ilgilidir. Evlilikte erkek olsun, kadın olsun, bir çok insan kişisel sorunlarla karşı karşıya kalabilirler. Ama her 1000 evlilikten 250’si, evliliğin ilk dört yılı içinde boşanmayla sonuçlanıyorsa, ortada aile ve evlilik kurumuyla, hatta onları oluşturan temeldeki diğer kurumlarla ilgili yapısal bir sorun var demektir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, sizin birey olarak yaşam kaliteniz, büyük ölçüde toplumun yaşam kalitesine bağlıdır.

Yorum yapın