Cemil Meriç’in Türk Sosyolojisi Bakışı

Sosyoloji erken bir dönemde Türkiye’de kabul görür. Dünyada ikinci sosyoloji kürsüsünün İstanbul’da kurulduğu söylenir.

Ziya Gökalp’in sosyolojinin Türkiye’de kurumsallaşmasında etkin olduğu ve Durkheim’dan yoğun bir şekilde beslendiği yaygın bir şekilde ifade edilmektedir. Dolayısıyla pek çok ayrıntı, Türkiye’de sosyolojinin çarçabuk benimsendiğine işaret eder. Bu durumun olumlu-olumsuz birçok nedeni ve birçok sonucu zikredilebilir elbette.

Cemil Meriç böylesi bir durumu olumsuz karşılamaktadır. Sosyolojiye bir ideoloji, Batılı bir eylem olarak yaklaştığı için onun erken dönemde Türkiye’de kürsü sahibi olmasını eleştirmektedir.

Bu durumu bir plan ve proje olarak görmektedir. Hıristiyan batı burjuvazisi sosyoloji eliyle Türkiye’yi “kontrol altına almak ve onu kendi meseleleri üzerine düşünmekten alıkoymak arzusundadır. Ziya Gökalp’in, Mehmet İzzet’in, Necmettin Sadak’ın temsil ettiği sosyoloji tek hedef güder: Türk zekasını kendisini zerre kadar ilgilendirmeyen konularla meşgul etmek, gelecek nesillerin uyanmasını önlemek.

Bu sosyoloji bir besinci koldur. Bir ihanet mihrakıdır. Bugün de aynı habis emelleri sadakatle gerçekleştirmektedir” (Meriç, 1998: 177). Tıpkı sosyolojinin ideoloji yahut teoloji haline ilişkin sorulacak soru burada da yinelenebilir: Bu durum ebedi midir, yoksa dönemsel mi? Ne yazık ki, Meriç bunun cevabını vermemektedir, o sorunu ebedi ve evrensel algılamaktadır. Bu bakış açısı ise gerek sosyolojinin genel yapısı gerekse

Türk sosyolojisiyle ilgili pek çok noktayı açıklamaktan uzak kalmaktadır. Meriç’in sosyolojiyi yerleştirdiği yeni teoloji-ideoloji zemini, sosyologları da içermektedir. Nasıl sosyoloji modern Batı toplumunun bir misyoneri ve öncü kolu ise sosyologlar da bu misyonun gönüllü ve tam inanmış adamlarıdır.

Belli bir inanç sistemi, hayat tarzı ve toplum yapısı adına konuşmaktadırlar. Bu yüzden “Comte’un, Le Play’in, Durkheim’ın herhangi bir sorumuza cevap vermesi beklenebilir mi? Comte kilisenin çöküşünden bir türlü teselli bulamayan ve uzun çırpınışlardan sonra Katolikliği insanlık dini ismi altında hortlanan bir yarı-deli. Le Play: kilisenin taarruzu.

Dava insanı ser kuvvetlerine kaptırmamak. Ser kuvvetlerine yani sosyalizme. Durkheim, 0htilalin sarstığı düzeni burjuva rasyonalizminin rayına oturtmak isteyen bir haham torunu. Yani tecessüslerin konusu tek: Hıristiyan batı toplumunu yeni bir temel üzerine oturtmak, dördüncü sınıfın ataklıklarını önlemek, sürüyü kurda kaptırmamak. Bu düşüncenin kaynağında Büyük Endüstri Devrimi var” (Meriç, 1998: 177). Meriç’in etkili ve sarsıcı sorusunu tekrarlamakta fayda var: “Comte’un, Le Play’in, Durkheim’ın herhangi bir sorumuza cevap vermesi beklenebilir mi?”. Soru sarsıcı çünkü insanın değişik duygu ve düşüncelerini hemen harekete geçirebilme gücüne sahip. 0nsanı olumlu-olumsuz bir cevap vermeye zorlamaktadır.

Zaten iki duruma zorlamaktadır insanı: Olumlu yahut olumsuz. Düşünmeye zorluyor mu, bilinmez ya da ters bir soru sormaya? Mesela söyle: “Comte’un, Le Play’in, Durkheim’ın herhangi bir sorumuza cevap vermesi neden beklenmesin?” Dikkat edilirse burada söylenmek istenen çok basit: 0lkece düşünürler, edebiyatçılar, bilim adamları, filozoflar, belli toplum ve siyaset ilişkileri bağlamında kimliklerini bulurlar ve o dünya adına konuşurlar. Başka bir dünya adına konuşmaları onlardan beklenemez.

Başka bir dünyanın sorunlarını çözmeleri düşünülemez. Hele hele bastan kötü niyetli ve sömürücü Batılıların bizim sorunlarımıza cevap vermeleri hiç mi hiç beklenemez. Dolayısıyla onları değil kapıdan, bacadan dahi sokmamalı. Bunun da bir çözüm olmayacağı ortada. Bu bakımdan meseleye değişik açılardan bakmak gerekir.

Meriç’in sorusu ilkin düşüncenin papağanlaşmasına ve büyük komplekse işaret etmektedir. Kimi düşünürlerin papağan gibi tekrarlanması, taklitçi bir edayla takip edilmesi, Türk sosyolojisinin önemli sorunlarından biridir. Özellikle Batılı düşünürlerin eleştiriden uzak bir dille okunması, büyük teorilerin toplumsal ve siyasal bağlamın dışında görülmesi, sözü edilen sorunlu okumayı doğurmaktadır.

Batılı teorisyenlere dayanma, onlara sıklıkla referans verme, onların teorilerini hazır kalıp olarak kabul edip o pencereden yerli sorunlara yaklaşma tarzı, Türk sosyolojisinin büyük açmazlarından biridir. Ancak bu ve benzeri gerçekler, Batılı düşünürlerin okunmamasını değil doğru okunması gerektiğini hatırlatmaktadır. Bir kompleksten kurtulurken yeni bir kompleksin içine dalmak, Türk düşüncesinin önüne yeni bir engel daha çıkartacaktır. O bakımdan Meriç’in sorusuna ‘neden olmasın?’ seklinde cevap vermek de mümkün.

Marx, Simmel, Camus, Sennett, Eco, Foucault, Balzac, Bourdieu bizim sorunlarımıza neden cevap vermesinler? Maymunca taklit etmeden, sözlerini putlaştırmadan, görüşlerini ululaştırmadan okunduğunda, onların, yalın insanlık hallerine ve toplumsal durumlara ilişkin söylediklerinden bir şeyler alınamaz mı? Sosyologlar, düşünürler, entelektüeller sadece ve sadece kendi insani ve toplumsal sorunlarına ilişkin cevaplar mı verir? 0nsan ve toplumun yalın hallerine, örneğin bu yapıların doğasına, fıtratına ilişkin cevap vermeleri söz konusu olmaz mı? O halde Meriç’in isimler galerisindeki yüzlerce ismi nereye yazmalı, nasıl karşılamalı, nasıl okumalı? Sosyolojiyi aynı zamanda yalın insan halleri ve toplumsal durumlara ilişkin bir söz türü olarak okumayan, onu kaba bir çerçeveye sokarak ideolojik bir aygıt yaftasını boynuna asan görüşe göre sosyoloji savaş meydanına sürülmüş bir silahtır; bir ideoloji, bir teoloji. Kötü niyetli. Niyeti bozuk. Tıpkı oryantalizm gibi. Yani kapitalizmin ve sömürgeciliğin kesif kolu olan oryantalizm. Sosyoloji, bütün sosyoloji böylesi bir zeminde mi hayat bulmaktadır? Bütün sosyologlar bu kutsal davanın gönüllü erleri midir? Düşünce değil midir sosyoloji, insan ve toplum üzerine sorgulamanın bir sonucu değil midir aynı zamanda? Koca düşünce tarihini coğrafi ve siyasal gerçekliğe hapsetmek doğru mudur? Meriç’in kışkırtıcı sorusu böylesi farklı sorulara kapı aralamaktadır; meselenin farklı boyutları olduğunu ifade edercesine. Sosyolojinin kendisi gibi Türk sosyolojisi de genellemelerin yanlısı davet eden diliyle değil, kendi içsel serüveni ve dönüşümleri, farklılıkları ile değerlendirmeyi hak etmektedir.

Sosyoloji, endüstriyel toplumun bunalımlı çocukluğundan hiç mi çıkmayacaktır; hiç büyümeyecek, olgunlaşmayacak, bilge bir ihtiyar haline gelmeyecek mi? Hep huysuz, basına buyruk, hasarı ve hoşgörüsüz bir çocuk olmayı sürdürecek mi? Aynı şekilde Türk sosyolojisi, Gökalp’in, Sadak’ın gölgesinde mi kalacak hep, o yükün altında inim inim inleyecek mi? Yoksa kendi yolunda farklı seçenekleri, görüşleri tecrübe ederek kendi dilini zenginleştirecek mi? Sosyoloji ve Türk sosyolojisi kaba deterministik bir edayla hakkında verilen hükümleri kabul etmemekte ve zamanın tedavisine bırakmaktadır. Çünkü zaman, sosyolojiye de Türk sosyolojisine de gerçekte nasıl bir yol-yordam bulmaları gerektiğini usul usul göstermekte, fısıldamaktadır. Bu fısıltıdan sosyoloji ne kadarını alıp yolunu düzeltir, görüsünü inceltir, niyetini iyileştirir, bunu da gene zaman aynası gösterecektir.

Yorum yapın